Yaşamımız boyunca deneyimlediğimiz ne var ne yoksa her şey zaman ve mekan üzerinde durur. Hatta yalnızca deneyimlerimiz değil hayal ettiklerimiz bile zaman ve mekana tabiidir. Bir masada oturuyorsanız uzayda, bir masa düşlüyorsanız o yine uzaydadır. Aynı böyle tüm olasılıklar uzamsal olarak, mekansal ve zamansaldır. Aynı şekilde bedenimiz anne karnından çıkıp, dünyaya düştüğü ilk andan itibaren zamansallık ve mekansallık bütünüdür. Olan olmayan hiçbir şey onlarsız düşünülemez. Dahası ne zaman mekanı önceler ne mekan zamanı… Yani ikisinden birine bir öncelik sonralık atfetmek bir diğerini anlamsızlaştırmak demektir. Dolayısıyla olan, mekansal olduğu anda zamansal, zamansal olduğu anda da mekansaldır. İkisi hep bir-aradalık içinde yürür. ‘Dün, bütün gün dışardaydım. Bugünse sadece dinleneceğim. Yarın tekrar konuşuruz.’ cümlelerine bakın. Hep zamanı kendi içinde bölme edimi yaşanırken her bir bölüm, bir mekana işaret eder. Dün, bugün, yarın mekansallığa kendiliğinden tabiidir. Yine de her biri zamanın parçası olmak bakımından tam ve mükemmeldir. Evren, sonsuz ihtimallerle doludur ve her biri yine zamansallık ve mekansallık içindedir.
Zamanı düşünmeye çalışmak yeterince zorken, zamanın ne olduğunu aktarmaya çalıştığım bu yazıda el ele yürüdüğü mekana değinmesek anlamı eksik kalırdı, zira zamanı mekansız anlatamazdım. Mekan, kendisi başlı başına derin ve boyutluyken burada ona zaman üzerinden değinmiş olduk, şimdilik bununla yetinelim. Zaman nedir, Saat kaç ne demektir bunun üzerine yoğunlaşalım.
Zaman, ne zaman başladı sahiden? Nasıl bölebildik bize bu kadar içsel olanı? Zaman nedir? Heidegger’e göre, saati sorma merakımız şundan ileri gelir; kendimize zaman tanımak. Yani ‘Şimdi bunu yapmalıyım.’ , ’Filan saatte görüşürüz.’ ya da ’Daha vakit var.’ anlamındadır. Dünya üzerinde tüm saatler aynı anda 12.22’yi gösterdiğinde nasıl sahiden de eminiz günün 12. saati 22. dakikasında olduğumuza? Ortaklaşa olarak, bir günün 00.00’ da başlayıp 23.59’da bittiğini kararlaştırdık da ondan. Evet, bir kaç basit matematiksel hesaplamayla, dakikanın 60 saniye, saatin 60 dakika olduğuna karar verdiğimiz anda, pekala da emin olabiliriz o günün 12. saati 22. dakikasında olduğumuza. Böylesi elbette işleri kolaylaştırır. Eğer yaşayan herkes için gün 24, hafta 168, ay 720, yıl 8760 saat olmasaydı müthiş bir kaos yaşanır, işler, planlamalar, yönetimler çökerdi. İki insan aynı anda aynı saatte nasıl buluşacaktı o zaman? Bu, her ne kadar zamanı bir akıl ürünü haline dönüştürmek anlamına gelse de birkaç konuda ortaklaşmak ve işleri kolaylaştırmak zorundaydık. Tıpkı bazı matematiksel teoremlerin ortaya çıkışı gibi, bilim tarihini baz aldığımızda neden üçgenin iç açıları toplamı 360 derece, a2 + b2 = c2 dir, hiç düşündünüz mü? Çünkü sayılar tam böyle saptandığında diğer hesaplamalar kolaylaşmıştır…
Ama ya zaman kendi içinde bu kadar kolayca bölünebilen ve ortaklaşa kararlaştırabileceğimiz bir şey değilse? Burada kargaşa yaşansın istemem, zaman üzerine ‘Dünya düzdür’ kadar bilimi reddeden, kör bir şey söylemeye çalışmıyorum. Elbette bilim, fizik, zaman-uzam, izafiyet teorisi gibi referanslarımız var. Ama Einstein’ın kendisi dahi zamanın göreceli olduğunu söyler. Bir çok felsefeci ve bilimcinin zamanı farklı tanımlama ve anlamlandırma çabası, temelde zamanın konstitüsyonun illüzyonudur. Zaman illüzyondur. Bazen, hep aynı günü yaşıyor olduğum yanılgısına kapılırım. Sanki milyarlarca yıldır(!) evrende tek bir gün varmış, olaylar ardı arkasına sıralanıyormuş, doğan büyüyor, büyüyen ölüyor, her yeniden uyanansa aynı güne gözlerini açıyor gibi gelir. Bunun zamanın akışkanlığına oldukça saldıran ve hatta hepimizi bir anın içine hapseden bir şey gibi duyulduğunun farkındayım. Ama şunu da sormak zorundayım; zamanı ‘bugün, haftaya, saat 19.00’ şeklinde bölmelerimiz yalnızca ortaklaşma ihtiyacımızdan kaynaklıyken zamanın kendisi insanlık ve onun ihtiyaçları olmadan önce de yok muydu? Belki biraz daha ileri giderek tek bir günün de ötesinde zamanın tek bir andan oluştuğunu bile söyleyebiliriz. Böylece onun bir anlar toplamı olduğu, hareket ardıllığı yarattığı, yani an be an ilerlediği görünür oldukça geçmiş ve gelecek silikleşir. Zamanın an olduğunu söylemek, onun yalnızca şimdiden ibaret olduğunu söylemektir. Geçmiş yaşanıp bittiyse; gelecek düne kıyasla bir sonralık atfederek önümüze koyduğumuz ama hiç ulaşamadığımız ve hatta hep yeni bir gelecek düşleyerek asla ulaşamadığımızsa, sahici olan da bir tek şimdi oluyor… Elbette şimdi, geçmişin sonucudur ve geleceğe gebedir. Böyle söyleyince her şimdinin avuçlarımızdan hızlıca kayıp gittiği anlaşılır ama kayıp gitse de sonrasında karşılaştığımız şey hep şimdidir… Yani biz geleceği beklediğimizde bile gelmiş olan gelecek şimdimizi oluşturur. Dün, yarın olarak bugünden söz ediyorduk. Bugün, dün gelecekti… Çok mu karmaşık?
‘Her şimdinin içinde bir şimdi vardır, her şimdiyle birlikte şimdiler yok olup gitmektedir. Her şimdinin içinde hep başka bir şimdi gelip gidiyor da olsa, her şimdinin içinde bir şimdi, şimdidir. Bizatihi kendisi olarak mevcuttur. Şimdiyi istediğimiz kadar parçalarına ayırıp içine girmeye çalışalım, karşılaştığımız şey hep şimdidir.’
M. Heidegger, Varlık ve Zaman
Herkesin kendi zamanı, kendi doğumuyla başlar ve zamanı yine kendi zamansallığı içinde deneyimleyebilir. Ancak zaman, tahayyül edemeyeceğimiz kadar derindir. Üstelik 2’nin 1‘den referans alması gibi zamanı dayandırabileceğimiz bir temel de yoktur. Yani zamanı tanımlayamıyoruz çünkü içsel. Böyle olunca hem anlaması imkansız hem aktarması… Yine de onu, safi kendi zamansallığımız üzerinden anlatmak, hepimizi içine alan, bölünemeyen ve yaşayıp yaşayıp hiç yitiremediğimiz bütünü eksiltmekten başka bir şey olmamalı, herhalde…