Rengi solmuş, çamurlu kıyafetleri taşıyan çökük omuzlu çocuklar el çırparak oradan oraya koşuyorlardı. Gülücükleri ağız dolusu… En az sevdiklerimizi bizlerden alan toprak kadar güzel kokuyorlardır eminim, en az buralar kadar güzel. Fakat bu çocukların ağrısız başlarına, vefasız veya salt yaşamlarına asla özenmiyorum; çokça acı ve zaruret için geçen çocukluğumu anımsattıkları için.
Çocukluğum, keskin bir is kokusunun sindiği bu evde, bu sürgün kasabasında geçti. Buralara, Erzincan’a, Kırım’dan gelmiştik. Evvelce anneannem hep şöyle anlatırdı: “Deden öyle hoyrat bir neslin yiğidiydi ki… Levent boyuyla, zemheri ayazına benzettiğim bakışlarıyla herkesten başkaydı. Tabiatı sert ve sesi sanki hicranı boğardı. Onun seveni de çoktu hasmı da. Bizi buralara getirirken evladım kimi zaman Rus askerlerine göğüs germek zorunda kaldı.” O zaman anneanneme “Dedem hiç mi korkmamış?” diye sorardım. Önce anneannemin ala gözlerine ulaşan saydam parıltılar belirirdi, ardından “Deden korkuyu hasmıyla savaşırken bıraktı Cano.” derdi ve eklerdi “Bizim için.”
Anneannemin bana yıllar öncesinde söylediklerini şimdi şimdi hatırlıyor, ne yazık ki daha yeni kavrıyorum. Nasıl da anlayamadım bu zamana kadar! Rabbim şu ayaklarımın altında ezdiğim topraklar bana ne kadar çok şeyi anlatıyormuş meğerse, bu derme çatma çatı bana ne kadar çok şey anlatıyormuş, bu taştan duvarlar, buradaki insanlar, bana ne kadar çok şey anlatıyormuş! Eve girmek için kapıyı ayağımla ittirdim. Bu evin çatısı, küçükken bana öyle yüksek gelirdi ki, yağmur yağdığında damlayan çatı semanın altında duruyormuşum gibi hissettirdi. Ya o evin içinde büyüyen otlar… Hele bir de duvarlara yuva yapan kuşların, o pepuk kuşuna benzeyen hazin sesleri yok mu?
“Pepuu”
“Kekuu” (Baba),
“Kam kerd” (Kim yaptı?),
“Mı red” (Ben yaptım), “Kam Kişt” (Kim öldürdü?), “Mı kişt” (Ben öldürdüm.), “Kam şüt” (Kim yıkadı?),
“Mı şüt” (Ben yıkadım),
“Ax! Ax! Ax!” (Vah! Vah! Vah!).
Mutfağa doğru yürüdüğümde kapının pervazında durdum. Ardından un çorbasının iştah açıcı kokusunu içime çektim. Sahi ne ara bu kadar acıkmıştım?
Pencereden Mansur’u görünce yerimden doğruluverdim. Fark ediyordum da bugün önceki günlere kıyasla daha fena bir durumdaydı. Yıpranmış giysilerinin öretemediği yaralı bedeni, kanımdan bir renk çalan patlamış dudakları… Ancak onda hiç değişmeyen tek bir şey vardı. O da gözleri. Gözleri sönmüş teninde ateşte dövülmüş bir denircesine parlıyor; bir kez bakanı içine çekiyor ve bir daha asla geri vermiyordu. Mansur göz yuvasındaki o yürek dağlayan manayla öylesine dosttu ki… Hiçbir bela, hiçbir cinayet, hiçbir düşman, hiçbir baskı onları birbirinden edemezdi. Çevresindekiler Mansur’un gittikçe gelişen birtakım kusurlardan yaratıldığını söylerdi. Kimilerinin onu lüzumsuz bulduğu da olurdu. Bunun nedeni hep etrafa yabancı bir hayat sürmesinde, yaptıklarıyla kasabadakilere ters düşmesindeydi belki. Belki de onu hiç tanımamalarıydı sebep. Neticede insan her acının sahibi değildi. Aslında ben bile anlamıyordum onu çok.
Başımı kaldırdığımda, Lalezar kestiği soğanlardan nemlenmiş gözlerini kaldırıp Mansur’a dikti. Baktığı o kısacık sürede Mansur’un zehir yeşili mini minnacık gözleriyle karşılaştı ve oradaki dehlizlerle… O an korku, bu yabansı kadın için hedefe saplanıveren bir ok gibiydi. Somuttu, acıtıyordu. Bunu yarı sinik bir tutumla kaçırdığı gözlerinden görebiliyordum.Kadının bu haline aldırmadım fakat avuçlarıma sarkıttığı o esrarlı tedirginlikten hoşnut değildim. Yüzümü ondan sakınıp tekrardan Mansur’a çevirdim, gözlerindeki bilenmiş o iki keskin bıçağın gölgesinde “Aç mısın?” diye sordum. Korkmadım desem büyük yalan olacak, belli. Ona bakınca her yanımı çiğ çiğ yedi sanki karanlık, sessizlik ve ıssızlık. Ona bakınca ruhum içimdeki yetim ve kimsesiz çocukla yüzleşti; akıttığı yağmur gibi gözyaşları doldu içime. Aradan geçen dakikalara rağmen hiç sesi çıkmadı. Ah! Tabii ki bir cevap yoktu. Zaten hiç olmamıştı! Mansur hep yorgundu, hep suskun! Öyle ki onunla konuşabilmek, ahir zamanda yeni bir kıta keşfetmek kadar zordu. Gerçi bu durum, o acılı günden beri böyleydi. O günden beri beni her zaman anladığı halde susan tek insandı Mansur; şüphesiz ki onun gerçeklerin kanıyla ıslanmış ruhuyla karşılaştıktan sonra susan tek insandım ben. Bana, başından geçenleri anlattığı gün harelerine geçmişin gölgesi düşmüştü.
“Haziran’ın ilk günüydü.” diye başladığında söze, dili sonbahar hüznüne gebeydi. ‘’Güneşin batışı o gün sonu gelmez ışıksız bir geceye bahane oldu. O kadar karanlıktı ki her yer.Ne bir ay ne bir yıldız… Hiçbir şey, hiçbir şey yoktu. Durduğum yerde ağlayan bebeğe ağlayan analar, acı içinde inleyen yaşlılar ve benim gibi çocuklar vardı. Vardılar! Bazı geceler zihnim benim ben olamadığım anlara sancılığında, seslerine ağlarım.’’ Durdu, biraz soluklandı. Havada sanki hüzünle kederin kesiştiği anafor vardı. ‘’O nasıl bir el ki, o nasıl bir yüz ki kollarından tutup tepeden metrelerce aşağıya atıyordu insanları! O nasıl bir candı ki; o çığlıklar duymuyor, tutuğu bedenleri görmüyor, kokusunu dahi almıyordu! O nasıl çarpan bir kalpti ki patlamıyordu! Bir de… Bir de tam cephemde kanatsız bir anacağız vardı! Kucağındaki sabisiyle, çorak gözleriyle… Zavallı aç sabi, ağlıyordu. Su yoktu. Ekmek yoktu.’’
Gözlerini ileriye dikip konuşmaya devam etti. ‘’ Bize yaklaşmakta olan Rus askeri, kendi dilinde ‘’ Тишина, что ребенок! ‘’(Susturun şu bebeği !) diye bağırdı. Anaysa sabiyi göğsüne daha çok çekti fakat ne yapsa ne etse susturamıyordu. Öyle fena hıçkırıyordu ki ara ara dilini dışarı atarak öksürüyor ve ardından da kusacak gibi oluyordu.’’ Bir an duraksar gibi oldu ve kaşlarını çatarak konuşmaya devam etti. ‘’Sabinin anası kınalı ellerini, çaresizce, sahibinin ağzına örttü. Aklıma geldikçe çıldırıyorum Cano, kan beynime sıçrıyor sanki! Sabinin önceleri uğultulu gelen ağlayış sesleri sonradan yerini sessizliğe bıraktı. Dilerim neden titriyordu? Sabiden hiç mi hiç ses gelmiyordu. Hareket bile etmiyordu. Hangi ana elleriyle kendi canını alabilirdi ki?’’ Mansur tüm bunları canhıraş söylerken tüm dünyaya haykırmak istiyordum. Sanılmasın ki Mansur bir şey hissetmiyor, sanılmasın ki göğsünde acıyla yanan ve hiç sönmeyen bir ateş yok!’’ diye. ‘’Bebek sararıp morarmaya başladığında yerimden kalkarak onlara yaklaşmak istedim. Ama olmadı. Yapamadım. Korku ruhumdaki oyuklara öyle bir kıvrılmıştı ki şu gördüğüm dehşet dolu sahneye karşı kılımı dahi kıpırdatamıyordum. Anası bebeğine ne olduğunu anladığında, Cano o ana kadar hiç şahit olmadığım bir acıyla ‘’Oğlum!’’ diye bağırdı çığlık çığlığa. O an… O an son bahar da silinmişti ananın gözlerinden. Kış düşmüştü sanki yüzüne, gözlerine.’’
Gövdesine alçakça sokulan pişmanlık onu sessizce hıçkırttı. Bir an için hiç düzelemeyeceğini düşündüm çünkü yüreği pişmanlıkla örselenmişti bir kere Mansur’un.
‘’Ya sonra?’’ dediğimde ilkin kahır içinde güldü. Bakışları o an uçmaya hazırlanan bir kartal kadar çevikti.
‘’ Uçurumun başından dosdoğru bana dev adımlarla yaklaşan Rus askerini gördüğümde dudaklarımı kemiriyordu artık dehşet. Askerin yüzüne yığıp kalmıştı sanki karanlık. Tepemde dikiliverdiğinde iğrenç yüzüyle bir başına kaldım. Bir kolumu kabaca tuttu ve beni sürüklemeye çalıştı. Çığlık çığlığa kurtarmaya çalışıyordum kendimi! Ve o anetrafımdakilerin de yaşama cesareti göstermelerin istiyordum. Neden hiç kimseye sesimi duyuramıyordum? Minicik bir çiçeğin kökleri bile yaşama hevesiyle dolup taşarken bunca insan nasıl bu kadar kolay kabullenmişti ölmeyi? Hepsi birer kurbanlık koyun sanki! O yıldızsız gecede ilk defa gökyüzü çırpınan yüreğimi yatıştırmıyordu. Sona yaklaştığımızda kollarımdaki eller sanki ruhuma kenetlenmiş gibiydi. Dakikalardır Rus askerinin elinden kurtulmaya çalışan ben, uçurumun kıyısına geldiğimizde sıkı sıkı ona tutunuyordum. Evladını hiç bırakmayacak bir ana gibi…’’ dedikten sonra bana baktı. Gözlerimi gizlemek zorunda kaldım.
‘’ Rus askeri beni ne kadar o uçurumdan aşağıya itmeye çalışsa ben de var gücümle onu çekiyordum. Ayağı mı kaymıştı; boşluğuna mı geldi? Ne oldu bir anlam veremedim. Ancak birkaç saniye içinde uçurumdan aşağıya doğru birlikte düşmeye başladığımızın farkına vardım. Sanki… Sanki hiç kimse benim kadar canlı gitmemişti şu ölüme! Düşerken içimde öyle ürkünç bir duygu hissediyordum ki, rüzgâr ruhumu sanki bedenimden ayıklıyor gibiydi! Bu… Bu bana çok şiddetli bir acı veriyordu. Evet, evet. O acı ve elem daha önce hissettiğim hiçbir şeye benzemiyordu. Aklım karışıyor ve dilim tutuluyordu sanki! Bir an yerde yatanların bana kucak açtığını hissettim. Tekrardan gözlerimi açtığımda gece gündüze sokulmuş, güneş karanlığı yarıp tanyerini ağartmıştı. Tüm kemiklerim birbirine geçmiş gibi ağrıyor ve sızlıyordu. Derin bir nefes almaya çalıştığımda sızlayan kaburgalarımın yanı sıra ölü bedenlerden yükselen et kokusuyla harmanlanmış bir kan kokusu duydum. Tiksintiyle burnumu kırıştırdım. Hayatımda duyduğum en ama en çirkin kokuydu. Öğürdüğümü hatırlıyorum. Rus askerinin üstünde olduğumu fark ettiğimde kıpırdayamıyordum. Kollarımda, bacaklarımda sanki bir ağırlık, farklı bedenlerin ağırlığı vardı.
O an hayatımda ilk kez tüm bu yaşadıklarıma karşın, yaşama cesareti gösterebilen bir erkek gibi güçlü ve bir o kadar da yıkılmaz hissediyordum. Belki bataklığa saplanmış biri gibi çaresiz görünüyor olabilirdim fakat gökyüzüne bakabiliyordum!’’
Kahverengiden elaya geçmeye çalışan gözlerimle ona baktım ve Mansur’un içli içli ağladığını gördüm. Onun yaşama hevesi, ruhuna yerleştirdiği cesaret madalyasıyla ölümü bile yenmişti.
Alevşah Hazal Kızılkaya