BİRLİKTELİĞİN METAFİZİĞİ

‘İnsandan insana, aman ne büyük ayrılık.’ der Terentius. Bizler fiziki varlıklar olduğumuz kadar metafizik varlıklar da olabilir miyiz acaba? Varlığımızın bütünüyle bedensel olmadığı, ruhla kuşatılmış olduğumuz, tam da bütünüyle hayatta olmamızla görünür olur. Biz içine düşürüldüğümüz dünyada zamansallığı ve mekansallığı ilk andan itibaren ölümüne, hiç durmaksızın deneyimlerken ‘ben’in de hiç durmadan yaptığı bir şey var aslında, sürekli olarak kendi olmak – kendini ola-getirmek. Tek tek her birimiz sürekli olarak zamanı deneyimlerken yine sürekli olarak mekanı deneyimliyor ve aynı anda yine sürekli olarak kendimiz olmayı gerçekleştirerek kendimizi deneyimliyoruz. Bu yüzden sen ben değilsin, bense sen olmaklıktan çok uzaktayım. Bu yüzden parmak izi kadar farklı dokunmalar da bakışlar da. Gerçekten de apayrı iki insanın buluşması, yanyanalığı, anlaşmaları, aşk ilişkileri ne kadar da zordur. Hayali kurulan ortalığa dökülmeyince hele… Ne büyük derttir o. Hiç durmadan kavga eder durursun kendi kendine sanki karşında durur gibi. Hatta alt edersin onu, barışırsın da sonra. Ötekini dert etmelerin her biri böyledir. Onun hayalinin bende canlandırılmasını, karşımdaki koltuğa oturtulmasını ister. Üstelik kendisinin hiç haberi olmadan. Nasıl yapıyor zihin bunu sahiden? Nasıl oluyor da evinde bihaber oturanı gelip zihnimde bir yere oturtuyor da onunla karşılıklı konuşabilmenin hayalini kurdurtabiliyor?

 Her bir insan geçmiş-şimdi-gelecek bütünüdür. Zamansallığa böylesine yayılmış olanın geçmişi, ‘peşini hiç bırakmayan’ olarak gerisinden; geleceği, onu hep hazırda bekleyen olarak önünden gelirken şimdisi onunla birlikte yürüyendir. Öyle ki her birinin biriktirdikleri, dayatıldıkları, algıladıkları, umutları bambaşkadır ve hepsi de kişiyi oluşturan özdür. Böylelikle her insan ‘biriciktir’. Biricik olanın -tek teklerin- bir aradalığı işte bu yüzden zor olabilir. Belki de hiçbir zaman aynı konu üzerinde ortaklaşa konuşup konuşmadığınızdan bile emin olamazsınız. Çünkü herkes kendi çevresinden algılar çevresini. Manzara aynı olabilir fakat ona baktığınız açı, dünyanızı oluşturur. Öyle ki aynı manzaraya başka açıdan bakmak yeni manzaraları oluşturur. Çünkü manzaralar, içlerinde başka başka manzaralar taşırlar. Potansiyel olarak ona yukarıdan bakanla aşağıdan bakan hiçbir zaman aynı manzarayı deneyimlemeyecektir. Böylece herkes kendi manzarasını izler. İşte yan yana gelmeyi istemeye karar vermiş iki insan kendi manzara açılarını birleştirir ve bir aradalığın manzarasını oluştururlar. Artık seyir başlar…

#1 Yerleşmek

    Anlaşmak, buluşmak… hep iki kişilik. O halde ilişki için de iki kişi gerekli. Tam da aynı 'dünyasallığın içine fırlatılmış-düşürülmüş' ama kendi yollarını yürüyen, birbirlerinin zamansallıklarına karışabilen iki kişi. 

Zaman, öyle sana bana pay edilen, bölüştürülebilen, uzayıp kısalan bir şey türünden değil de; uzayıp kısalanların, tüm pay edilenlerin toplamı olan şeydir. Çalabiliyor olsaydım ötekinden fazla zamana sahip olurdum. Oysa zaman sahiplik gibisinden değil de zaten halihazırda içinde bulunduğumuz, sürekli harcadığımız ama hiç yitiremediğimiz, içine yerleştiğimiz bir bütün. Bu yüzden zamanı paylaşan iki kişi de bunu yarı yarıya bölüşüyor gibi değil de belirli bir vakitte birbirlerinin zamansallıklarına karışabilirler ancak. İşte bu türden bir karışmayla düşünceye yerleşme başlar. Taraflar, diğerini alır baş köşeye oturtur. Ama nasıl?  Nasıl olur da kişi, hiç haberi olmadan yerleşiverir bir diğerine? Tüm uzamların ortadan kalktığı bir dünyada buluşmak nasıl olurdu? 

Bilinç öyle güçlüdür ki her şey orada anlamını bulur, anlamsızlaşacaksa bile. Varoluşunu bilen, Varlık ve Zaman’da Heidegger Dasein der, kendinden yola çıkarak diğerlerini anlam dünyasına katar. Anlam dünyasına katar deyince, sanki fiziki ve bizi çevreleyen dünyadan farklı olarak tek tek hepimizin içinde küçük küçük dünyalar varmış gibi görünür. Böylesi, dünyasallığın içine fırlatılmış her bir Dasein’ın içinde kendi dünyasını taşıması fikri, onun önce kendini anlamak bakımından var olduğunu anlamayı kolaylaştırır. Önce kendini anlamlandıramayanın çevresindeki herhangi bir varolanla karşılaşması mümkün değildir.  Demek ki bir-aradalık için öz-anlamlandırma şarttır. İlişki konusuna gelince de, her zaman her yerde tüm bu kalabalığın içinde kendini anlamlandırmayı başaranı bulmak zordur. Bulunduğunda ise bir daha unutulamaz olur. İşte o, iz bırakır.

#2 Buluşmak

O iz, düşüncelerin izidir ki işte böylece tıpkı bedenler gibi düşünceler de buluşur. Düşüncelerin buluşması, iki bedenin kararlaştırıp aynı anda saat 15.00'de sahilde paylaştığı bir vakitten çok, yer değiştirme olmaksızın, iki tarafın da kendi rutinleri içinde yine de birbirlerine karışmasını anlatır. Ben buradayken, o orada olarak düşünceme yerleşir ve tersi o oradayken ben burada olarak onun düşüncesine yerleşirim. Bu oradalık ve buradalık öylesine karışır ki birbirine hiçbir şey daha sahih olamaz. Yani Ben'in uzun yürüyüşlere çıktığında O'nu düşünmesi aynen şöyledir; bedeni yerinde yürüyordu, elleri cebinde ama işte yine de teninde...

 Şunu söylemek gerekir ki bu düşünceye yerleşme işi Dasein’ın dünyaya yerleştiği türden bir yerleşmeden farklıdır. Çünkü burada, yerleştiği kendi bedeniyle yine yeryüzüne yerleşmeyi ve onu anlamlandırmayı başarabilen iki Dasein’ın, karşılaşarak 'ile-Dasein' (VZ) olup, birbirlerinin mekanlarına teşrif etmelerinden çok birbirlerinin zihinlerine hücum eden bir yarı yerleşme - saldırı söz konusudur. Saldırı niteliğindedir çünkü gerçekleşiverir, ansızındır, oluverir. Taraflar, ötekinin zihnine yerleşir. Bu yerleşme içinse tarafların bedenli varlığı muhakkak ve mühimdir. Yoksa konuştuklarımız ancak birer gölge olarak kalacak ve dahası hastalıklı bir hale bürünecektir. Çünkü fiziki dünyada gerçekten varlığa bürünmüş bir halde bulunanın, tam da kendi fiziki çevresindeyken, aklıma yerleşmesi mümkün olabilir ancak. Bu onun aynı anda iki yerde olabilirliğini anlatmaz, varlığı da bölünmemiştir nitekim. Ama hayal gücü onu tümüyle kendinde - kendine kadar yaratma gücündedir.  Bu yaratma yok olanı en başından var etme türünden değil de zaten varolanı yeniden, kendi için, kendine kadar olarak varetmedir ve bu aslında temsilden başka bir şey değildir. Bu onun ben de bir çeşit 'temsil' edilmesidir. Temsillerin tesisi ise akıldır. Bu şekilde uzamsız ve zamansız buluşmalar ancak iki temsil (temsil eden ve edilen) ile mümkün hale gelir. Temsiller, aklın tesisinde dolanır. Ancak bunun için bile ‘herkes için erişilebilir olan bir somut varolan’ (s.44-45) gereklidir. Yani herkes için görünür olan varlık, ötekinin zihnindeki temsili buluşma için şarttır. Demek ki aslında soru, tümüyle maddi olanın(beden) yine tümüyle soyut olana(zihin) nasıl yerleştiğiyse, bu yine ancak temsil yoluyla mümkün olabilir. Zira ikisi arasında açıkça bir uzam farkı mevcuttur ama yeri geldiğinde biri diğerine pekala sığabilir. Bu sığma, suyun kabın şeklini alması kadar da somuttur üstelik. Böylelikle bedensiz buluşmalar inkar edilemeyecek kadar görünür durumdadır.

İşte bu sahih, kanlı canlı, bedene bürünmüş varlığın bu türden bir yerleşmeyle zihne yerleşmesi, tarafların yer değiştirmeden karşılıklı oturabilmelerine imkan tanır. Nasıl ki birinin az önce fiziken tüm varlığıyla bir koltukta oturduğunu anlayabiliyorsam, zihnimde oturduğu yer de resmen sıcaktır işte. Bu türden, onu zihnimde ağırladığım, misafir ettiğim bir buluşma pek çok buluşmadan daha sahih bile olabilir. Oysa iki tarafın tam da ortaklaştığı bir vakitte gerçekleşen öyle buluşmalar görünür olur ki kimi zaman orada ne aklen ne bedenen birileri vardır. İşte akıl, mesele iki kişilik bir karşılaşma ise bunun için var; kişinin, fiziki gerçeklikte karşılaştığını her bir zerresi ile kaydedip sonra bir gün yeniden ansızın kendisine yerleştirebilmek, ikisine bir buluşma alanı tesis edebilmek için.

#3 Anlaşmak

Sevilen kişi bu haliyle gönlümde yer açıp buyur ettiğim, ağırladığım, his kadar hafif olmayan ve fakat varolan kadar da ağır olmayan bir varlık halini alır.  İşte ‘Nasıl olup da uzamsız bir dünyada buluşabiliriz ki?’ sorusu takıldıysa aklınıza; uzamsız dünya, zihinlerimizin ta kendisidir. Bu bağın gücü tüm uzamları uzamsız kılabilir, ortadan kaldırabilir, tüm fiziki dünyayı alt üst edebilir. Ancak böylesi bir alt üst etme, kişileri birbirinin gönlüne yerleştirebilir, hesapsızca.

      Yani Kant düşünüyor olsaydı seni; ‘’ Karşılaştığım kendinde sen, görüme çarptın da düşledim temsilinle söyleşmeyi… ‘’ derdi ve bu pekala romantik bile olabilirdi, a priori olarak.

 

Böylece düşünme ediminin kendisi, bir şeyi var etmenin en kolay yolu halini alır. İnsan bilincinin tek tek bir şeye dönük halleri, yani işte düşünme edimi, ilişki içinde tümüyle ötekini kapsar. Ondan öteye kaçamaz, kaçmayı dahi düşünemez. İşte böylesi bir şey kendi çevresinde olan bitenden, temsilinin kimde temsil edildiğinden bihaber oturan, yerinden hiç kaldırmadan ötekinin zihnine yerleştirebilir ancak.  O taşınır, zihinler arası bir yolculuktur çıktığı. Kalpten kalbe giden çizgisiz bir çizgi, susuz bir ırmak üzerinde yürüyen bedensiz iki beden işte. Bununla başlar zihinlerin sevişmesi ve yakın olur, uzaklar. Böylesi bir iletişim; en yakın, en uzaksız, en mesafesiz ilişkiden de mesafesizdir. İki vücut arasındaki 'boşluk, sıfır olduğunda bile'.(VZ)

 

Kaynakça

 Martin Heidegger, Kant ve Metafizik Problemi, Çev. Kaan Ökten, Alfa Yayıncılık, 2021, s.45- s.44

  Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Çev. Kaan Ökten, Alfa Yayıncılık, 2018

Ayrıca bknz.

             Martin Heidegger - Vikipedi (wikipedia.org)

             Immanuel Kant - Vikipedi (wikipedia.org)

             Aşkın Metafiziği - Vikipedi (wikipedia.org)

İşinize Yarayabilecek 10 İnternet Sitesi

An Honest Guide: How To Lose Your Friends